21 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir öykü

Bataklıkta (Buzdan Heykel / Umarsız Aşk Öyküleri adlı kitabımdan)
 
C ne zamandan beri burada, bu bataklığın dibinde sırt üstü yattığını bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa o da bütün ömrünü bu çamur deryasının içinde geçirmemiş olduğuydu. Emindi bundan. Bazen düşlerini pırıl pırıl bir gökyüzü süslediğine göre göğü olan bir diyardan gelmiş olmalıydı buraya. Dupduru suları çağıldayarak akan dereleri anımsıyordu ve dere kenarındaki kavak ağaçlarını... Nasıl, ne zaman bataklığın içine geldiği ise unutuluşun sisi içinde eriyip gitmişti. Hangi gücün, hangi oluşumun onu durgun suyun dibine sürüklediğini anlaması olanaksızdı. Bir anlayabilseydi...
Günlerdir bu bataklığın içindeydi. Yoğun balçık gözlerini, kulaklarını tıkıyordu. Üzerine yığılı binlerce ton ağırlığındaki çamur denizi kıpırdanmasına izin vermiyordu. Ellerini, ayaklarını uzatamıyordu, konuşamıyordu; hareket etme yeteneğini tamamen yitirmiş gibiydi. Kıpırdayamamak ne kötüydü; kaçamamak, kaçıp buradan kurtulamamak...
Binlerce asalak böcek vardı çevresinde; derisine yapışan, kanını emen binlerce küçük canavar. Kovmak istiyordu onları; bedeninden, çevresinden uzaklaştırmak istiyordu, ama gücü yetmiyordu. Bir kurtulabilseydi onlardan, ayağa kalkabilseydi, yürüyebilseydi... Olası değildi bunlar. Solucanlar gözlerinin önünde bir aşağı, bir yukarı gidip geliyorlardı. Sülükler kaba etlerine, bacaklarına, göğüslerine yapışmışlardı. Kendini koruyacak, sülükleri bedeninden uzaklaştıracak gücü yoktu. Gözlerinin önünden geçen bu iskeletsiz kaygan yaratıklar tiksinti veriyordu, ama o yüz kaslarını bile kımıldatamıyordu. Küçücük bir hareket bütün bataklık yaratıklarına çağrı anlamını içeriyordu. Bir de dayanılmaz koku vardı; çürümenin, çamurlaşmanın insanın midesini ağzına getiren katlanılmaz kokusu.
Koyu bir umarsızlığın içindeydi. Düşünüyordu bazen, düşünmek denebilirse buna. Aklına arada bazı sorular gelmiyor değildi, ama bu soruların yanıtını arayacak kadar beyni işlemiyordu. Kafasının içi de balçıkla dolmuş gibiydi. Ne zaman bulunduğu ortamı irdelemeye çabalasa, binlerce karıncanın beyninin içinde kımıl kımıl yürüdüğünü duyar gibi oluyordu.
Günler ıslak ve yapışkandı. Ne zamanı biliyordu, ne de bulunduğu yerin evrenin içinde nerede, hangi enlem ve boylamda olduğunu. Yalnızca gecelerin daha karanlık ve daha soğuk olduğunu ayırt edebiliyordu, o kadar. Gündüzler hafif bir aydınlanmayla belli ediyordu kendini. Yalnızlık ise bütün zamanlarının gerçek egemeniydi. Kocaman bir sıkıntı, bataklık asalaklarıyla birlikte bütün varlığını gıdım gıdım tüketiyordu.
Bir de aydınlık olan, ışığın kaynağı olan yukarısı vardı. Neler vardı acaba bataklığın ötesinde? Nasıl bir yerdi, kim bilir? Ölmeden, sülüklere, solucanlara yem olmadan bir görebilseydi bataklık olmayanı, ışığı ve ışığın kaynağını; bir yukarı çıkabilseydi. Bir bakabilseydi durgun suyun yüzeyindekilere. Hiç mi hiç umudu yoktu. Haydi yukarı çıkmaktan umudu kesti diyeyim; hiç değilse birisi ona suyun üzerinde olanları, gerçek yaşamı ve dünyayı anlatabilseydi.
Belki sazlar anlatabilirdi ona. Bataklığın dibinde olanlardan farklıydılar, bataklığın içinde olmalarına karşın, dışarıya, yukarıya uzanabiliyorlardı. Ama sazlar anlatmıyorlardı. Bencildiler, gördüklerini ve bildiklerini kendilerine saklıyorlardı. Bencil olmasalardı, C’ye bataklığın üzerinde neler olduğunu anlatırlardı. Yukarısı böyle değildir, C emindi bundan. Buradakiler gibi yumuşak ve iğrenç hayvanlar yoktur; genzini tıkayan, onu soluksuz bırakan bu çürümüşlük kokusu yoktur, çamur yoktur. Belki de her şey hareket ediyordur, değişiyordur ve değişim bütün eskimişliklerinden arındırıyordur varlıkları. Eğer sazlar bencil olmasalardı bu değişimleri anlatırlardı ona. Kötüydüler, iki yüzlüydüler. Duruma göre ya bataklıktaydılar, ya da yukarıda, dışında bataklığın. C kime sormalıydı yukarıda neler olup bittiğini? Solucanlara, sülüklere mi? Onlar, yapışkan ve iğrenç gövdeleriyle C’nin bedenine yapışmaktan, kanını emmekten başka ne bilirlerdi ki?
Kimden, nerden duyduğunu anımsamıyordu ama bataklığın dışında, suyun üzerinde nilüferler olduğunu işitmişti. Beyaz çiçekleri varmış, kocaman yeşil yaprakları... Hem de bu, onların bildiği bataklık yeşili değil, dipdiri yaşamın yeşiliymiş. Onların varlığını bilmek, ama görememek... Hiçbir canlı da anlatmayacaktı ona nilüferleri. Sazlar bile anlatmadığına göre, başka kim anlatabilirdi ki? Bataklığın dışında düşleyemeyeceği çeşitlilikte güzellikler vardı, içindeyse korku ve umutsuzluk...
Bataklık yılanları vardı; sinsice avına yaklaşıp, birdenbire saldıran ve sokan, ardından ölüme götüren bataklık yılanları. Sessizce yaklaşıyorlardı ve siz onların yakınınızda olduğunu duymuyordunuz bile. Yılan avını sokmuştur, zehrini boşaltıp kaçmıştır. Zehri bedeninde duyan canlının yaşama şansı kalmamıştır artık. Birdenbire bir acı, sonrası kapkaranlık bir hiçlik, ölüm... Kaç insanın bu yılanların zehrinden öldüğünü bilebilmek olanaksızdı. Kimi zaman yılanların sevinçle dönenmesinden anlıyordu ki biri daha zehirlenmişti. Her ölüm yüreğini kanatsa bile ağlayamıyordu. Bataklığın içinde gözyaşları kendine akacak bir yol bulamayınca nasıl ağlayabilirdi ki?
Onun çevresinde de dolanıyordu yılanlar. Bazen birisinin kuyruğunu görüyordu, bazen başını, bazen de çamurun içinde akıp giden bir hareket olarak görünüyorlardı yalnızca. O anlarda ödü kopuyordu, kendi içine büzülüyor, küçülüyordu, sanki korkusu onu görünmez kılacakmış gibi. Onu görünmez kılan ise korkusu değil, yılanların hedefinin çokluğu olsa gerekti.
Bataklığın içinde onun gibi binlerce insan vardı. C üzerlerini kaplayan yoğun umutsuzluk dumanından anlıyordu bunu. İki kulaç ötesinde biri vardı. O da C gibi balçığa tutsaktı. Ne kadar yakındılar birbirlerine, ama bir kelime bile konuşabilmiş değildiler. Bir kez bile olsun eli eline değmemişti, dokunamamıştı ona. Uğraşmadı değil, uğraşmıştı. Elini kıpırdatmayı, ona uzatmayı, ona seslenmeyi çok istemişti, denemişti de, ama olmamıştı. Elini kaldıramamıştı. Ona seslenmeye çalıştığında bataklığın kokmuş çamuru dolmuştu ağzına. Baktı ki olmayacak, ona seslenmekten, dokunmayı denemekten vazgeçmişti. Buna karşın onu düşünmekten kendini alamıyordu. Her an aklındaydı. Hemen yanı başında bir insanın varlığının bilincinde olmak, C’nin o ana dek dingin yaşantısını günden güne değiştirmişti. Hep onunla doluydu düşleri. C zihninin o adamla meşgul olmasının kendisine yeniden düşünme yetisi kazandırdığını anlayınca, daha da arttı ona ulaşma tutkusu. Artık beyninde yürüyen karıncalara aldırmıyordu, onları yenmeye çabalıyordu.
Bir ulaşabilseydi, bir dokunabilseydi ona... Sanki bu dokunuş, bir sihirli değnek gibi C’nin yaşantısını, her şeyi  değiştirecek, hatta bataklığı kurutacak, ikisine de aydınlığa, yeryüzüne çıkaracaktı. Ne yapmalıydı, nasıl yapsaydı da ulaşabilseydi ona? Sesini ve dokunuşunu ona iletebilecek bir yol olsaydı.
Tamam, sonunda buldu. O ona dek nasıl düşünememişti bunu. Her an usul usul, kıpırdana kıpırdana, ondan yana kaymaya çalışırdı. Ne denli yavaş ve dikkatli hareket ederse, o denli güvenilir olurdu ilerleyişi. Bataklık asalaklarını ürkütmemek gerekiyordu. Gövdesini kıvrıla büküle kaydırarak ona ulaşırdı, dokunabilirdi hatta. Belki bu dokunuş yepyeni bir dünyanın eşiğine getirirdi ikisini...
Sinir telleri birer yay kadar gergin, ufak kıpırdanışlarla başladı kayma hareketi. Bir günde belki bir karış kadar ancak yol alabiliyordu. O kadar kısa bir yolu aşmak bile C’yi öylesine yoruyordu ki, soluğu tükeniyor, uzun süre yarı baygın, kalakalıyordu. Bu üç kulaçlık yolu ne kadar zamanda aşabildiğini tahmin bile edemiyordu; belki bir hafta, belki bir ay, belki de daha uzun, ya da kısa bir zaman süresinde. Kimi zaman hep böyle yaşadığı sanısına kapıldığı anlar bile oldu, fakat sonuçta bütün güçlükleri yenmişti.
Sevincinden içi içine sığmıyordu. Kolunu azıcık uzatabilseydi ona dokunabilirdi artık. O kadar yakınlaşmıştı ki. bütün iş elini uzatıp o adama dokunmaya kalmıştı. Evet, ona, o insana, o gizil dosta ya da sevgiliye... Sevinçlerini, üzüntülerini ona anlatabilirdi, o da C’ye anlatırdı bütün duygularını. Belki o adam yukarıyı, bataklığın dışını daha iyi biliyordur ve bildiklerini C ile paylaşırdı. O da çocukluğundan aklında kalan, bir hayal perdesinin ardında, yarı silik anılar olarak hatırladığı mavi gökyüzünü ve çağıldayarak akan dereleri anlatırdı ona. Belki de konuşmadan anlaşmanın bir yolunu bulurlardı. Böylelikle konuşmak için ağzılarını açtıklarında ağızlarına dolan mide bulandırıcı çamuru yenmiş olurlardı.
Yaşantısının en önemli anı gelip çatmıştı. Bütün gücünü toparlayıp elini uzattı. Siz bilemezsiniz bataklığın içinde elinizi uzatabilmenin ne denli zor olduğunu. Kıpırdandığını hisseden bütün bataklık canlıları harekete geçtiler. Binlerce irili ufaklı sürüngen, kan emici kutçuk ve asalak böcek hızla döneniyorlardı hemen C’nin yanı başında. Bazıları bu kıpırdanışın kaynağını seçememiş olsa gerek ki, kendi çevresinde, bazıları da onların çevresinde dolanıp duruyordu. Ama asıl çoğunluk C’nin bedenine saldırmış durumdaydı. Binlerce hareketi, binlerce saldırıyı teninde hissediyordu, ama yanıbaşındaki adama ulaşacak olmanın verdiği umutla hiçbir acıyı ve güçlüğü önemsemiyordu.
O adama öylesine yakındı ki o anda. Bir gıdım daha uzatması gerekiyodu elini, biraz daha, biraz daha. İşte şimdi oldu. Dokunuyordu, dokunmuştu bile, ama beklediği değişiklik olmadı; ne onda, ne de karşısındaki adamda. Yoksa dokunduğunu hissetmemiş miydi? Bir kez daha deneseydi… Bir daha dokundu, daha doğrusu onu dürtükledi. Dürtüklemesiyle birlikte çürümüş deri ve kemik yığını balçığın içine dağıldı. Bu yığının içinde dolaşan binlerce, hatta milyonlarca yaratık, böcek, kurt, solucan... adını bile bilmediği milyonlarca irili ufaklı hayvan, cansız bedenden beslenerek semirmiş ve çoğalmışlardı. Belki de o zehirli yılanlar o adamı da sokmuştur, belki de başka bir şey neden olmuştur ölümüne, kim bilir, belki de bataklığa ölü olarak gelmiştir.
Kocaman bir çığlık, C’nin çığlığı, zehirli gazların balçığın içinde yayılması gibi bataklığın içine yayıldı. Gözyaşları akmak için çamurların arasında yer arıyordu, ama bulamıyordu. Bütün bedeninin ve ruhunun her köşesini kanırtan bir acıydı bu. Dişleri dudaklarını kanattı. Sülükler kan kokusunu duyar duymaz üzerine akın ettiler. Bunca beklentiden geriye kalan kurtçuklar kımıl kımıldı. Biraz önceki coşkusundan hiçbir iz yoktu artık. Gözlerini kapattı, bütün umutları, bütün düşleri gözlerini kapattılar. Kocaman, çürümüşlük ve çirkinlikten oluşan bataklık bile C’nin umudunun gözlerini kapattığını gördü, içini çekti. O kaygan ve mide bulandırıcı solucanların bile iç çekişlerini duydu. Gözlerini yumdu sıkıca, bütün iyimserlikleri de iyice gözlerini yumdular. Acı vardı sadece bütün boylamında yaşamının.
Bunca acıdan arta kalan bir şey vardı yine de. Hem de sevinilebilecek, güzel bir şey; artık düşünebiliyordu. Bu çok uzaklardaki bir ışığın yavaşça yaklaşması gibiydi. Çok uzun zamanda da olsa, bu kadar yolu kayarak gidebilmişse, neden aynı şekilde bataklığın sonunu aramasındı ki? Çok mu zordu? Burada, bataklığın dibinde kıpırtısız durmaktan, bataklığa razı olmaktan zor olabilir miydi?
Sanmaz.

20 Ağustos 2010 Cuma

Benim için şiir…

Beyaz Düşsel Kanatlar adlı yeni çıkan şiir kitabımın giriş yazısı

Benim için şiir, yoğunlaşan duyguların bir ırmak olarak vadi yatağını zorlamasıdır. Öyle ki, o duygular, ırmağın yatağının iki yanındaki toprağı iterek dağların yükselmesine neden olur. Şiir de beni zorlar, felsefeye ve bilgeliğe doğru yükselen yolu gösterir bana.

Benim için şiir, hasta annemin yanı başında her gün kendime yaşamın anlamının ne olduğunu sormak, bulduğum, bulamadığım anlamların karşılığını sözcüklerde aramaktır. Öyle ki şiir sayesinde yaşam daha çok anlam kazanır, ölüm düşüncesi de daha katlanılır hale gelir.

Benim için şiir, kendime giden yolun en sarp, en dik yerlerinde ayağımın kaymaması için tutunduğum yol kenarındaki otlardır. Şiirle kendi var oluşumun sokaklarında dolaşırken, kendime daha çok yaklaşırım.

Benim için şiir yaşama karşı kim olduğumu, ne olduğumu açıklayan bir manifestodur, alçak sesle, yürekten söylenmiş… Sözcüklerden oluşan resimlerde yansıyan benim yüzümdür ve bu resimde aynanın ya da vesikalık fotoğrafın gösteremediği bütün detaylar daha fazlasıyla vardır.

Benim şiir, bütün kişiliğimi çırılçıplak ortaya koyduğum itiraflarımdır. Bu, en samimi olduğum arkadaşıma, sevdiğime bile itiraf etmeye korktuğum bazı şeyleri şiir yoluyla herkese itiraf etmek gibidir.

Benim için şiir aşktır, sevgiliye sunulan bir güldür ve o güle derinlik katan ışıklardır. Benim için şiir aşkın sözcüklerden kendine diktiği en güzel giysidir. Şiir insanın gönül bahçesinde açan en güzel güldür.

Benim için şiir, sevdiğim adama yazılmış en duygulu aşk mektubudur. Öyle ki, ona söyleyemediğim, söylemekten çekindiğim her şeyi içeren bir mektuptur ve bu mektubu herkesin gözü önünde okurum ona.

Benim için şiir, yağmurda, karda sığındığım, sözcüklerden kurulmuş bir evdir. Parayla satın alınmış mobilyalar yerine sözcüklerle döşenmiş bir evdir bu. Kış mevsiminde daha sıcaktır, yaz sıcaklarında ise daha serin…

Benim için şiir, damarda akan kanın ritmidir. Bir ritim ki, yaşamın ritmine denk düşer.

Benim için şiir, tıpkı suya düşen bir taşın, durgun suda yarattığı halkalar gibi söylenenlerin arkasından dalgalar halinde yaptığı çağrışımlardır ve dalgalar kaybolduğunda geriye kalandır.

Benim için şiir, kendime ve başkalarına yalanın yasaklandığı bir ülkedir. Eğer şiirde yalan söyleyecek olsam, şiirin beyaz kanatlı tanrıları beni cezalandırırlar ve şiir tahtından aşağıya itiverirler beni.

Benim için şiir, dalında olgunlaşan incirden sızan incirin balıdır. Öyle olgunlaşmıştır ki incir, balı damla halinde sızar ve kuşlar o balı tırtıklar…

Benim için şiir, kapkaranlık gecelerde yolumu kaybettiğimde bana yol gösteren Demirkazık yıldızıdır. Öyle çok yolumu kaybederim ki ben, öyle çok karamsarlık denizine dalarım ki, bataklıklarda batmak üzereyken, şiirin gücü bana beyaz kanatlar takar ve o kanatlar beni havalandırır ve aydınlık bir ülkeye uçurur.

Benim için şiir, bir psikologdur. Ruhsal yaralarımın sağalmasına yardım eder ve beni iyileştirir.

Benim için şiir ince, uzun, tozlu, ağaçların arasında kaybolup giden, benden önce gidenlerin ayak izlerinin silindiği bir yoldur.

Benim için şiir zor günlerimde yaslandığım bir omuzdur.

Benim için şiir, şiirdir işte.